17 Kasım 2020 Salı

تأثیر ویروس کرونا بر رابطه بین ایران و آمریكا

همانطور که می دانید ویروس کرونا به طرز چشمگیری تمام جهان را تحت تأثیر قرار داده و این بیماری همچنان بشریت را تهدید می کند. با شیوع جهانی، ویروس کرونا به بعدی خطرناک رسیده است. این مساله همچنین یک آزمون برای کشورها، دولتها و جوامع است. روش ها و تدابیر لازم برای مقابله با بیماری های همه گی، که ممکن است تغییرات عمیق جامعه شناختی و اجتماعی ایجاد کند، همچنین نشان می دهد که البته


.رویکردهای مدیریت و رویکردهای عمومی تغییر کرده اند

کشورهایی که این بیماری را درک نکرده اند امروز متحمل خسارات قابل توجهی شده اند. ایران یکی از کشورهایی است که ویروس کرونا بیشترین تأثیر را در آن دارد. جوش زدن ویروس کرونا باعث افزایش تنش میان دو کشور بعد از تصمیم دونالد ترامپ برای خروج یک جانبه از توافق هسته ای در ماه مه 2018 شد. کوچک شدن اقتصاد و کاهش تدریجی فرصتهای بهداشتی آمریکا در برابر تحریم ها بزرگترین مانع برای تهران در مقابله با بیماری. علی رغم همه اوضاع منفی، ایران که حداکثر مقاومت را در برابر فشارهای ایالات متحده دارد، در آینده آستانه مهمی برای مبارزه با همه گیری خواهد بود.

آمریکا مایل به کاهش فشار بر تهران نیست. مایک پمپئو، وزیر امور خارجه، فکر می کند ویروس کرونا به تهدیدآمیزترین عنصر رویکرد مدیریت در ایران تبدیل شده است. در زمانی که ایالات متحده از نظر چندین مورد


در راس جهان قرار داشت.

به گفته پمپئ، با تضعیف اقتصاد ایران توسط تحریم ها و بیماری های همه گیر، گزینه عملیات نظامی باید به روز باشد. علاوه بر نگرش تحریک آمیز ایالات متحده، اپیدمی تهدید کننده جهان ممکن است فرصت جدیدی را برای تهران به ارمغان آورد که قبلاً امکان پذیر نبوده است. مطابق پیامی که مطبوعات محافظه کار در ایران داده اند، اصرار ترامپ بر ادامه تحریم ها از قبل برای تغییر برنامه های هسته ای تهران آغاز شده است. در حالی که تهران از یک سو با بیماری همه گیر دست و پنجه نرم می کند، از سوی دیگ، هرج و مرج در سراسر جهان ممکن است این فرصت را به ایران داده باشد تا مطالعات هسته ای جدید را دور از چشم جهانیان انجام دهد.

از طرف دیگر، تحریم ها علیه ایران اعمال شد. این کشور بار دیگر یک منطقه مهم مانور سیاسی را به روی تهران گشوده است، که انتقادات جدی در مورد اعلام ویروس کرونا و انجام اقدامات کافی و لازم را دریافت کرد. علاوه بر مشکلات اقتصادی، بزرگترین مانع مبارزه با ویروس کرونا ضعف اداری نیست بلکه فشار اقتصادی و سیاسی است. سیاست های ناموفق توسعه در کشور، انقباض اقتصادی اجتناب ناپذیر، تحقیقات فساد، هدف قرار دادن هواپیمای غیرنظامی و اعتراضات به یک سنت در کشور تبدیل شده است. این فرصت را برای پیگیری مبارزه خود بر سر مخالفت با ضد آمریکا فراهم می کند.

منظور من از طرف دیگر ، طرف آمریكا است ، در ارزیابی های انجام شده درباره این موضوع، نظر دولت ترامپ به منافع ملی آمریكا آسیب جدی رسانده است در حالی كه بعد از توافق هسته ای جو خوش بینانه از نظر اقتصادی و سیاسی حاصل شده است در سال 2015، خروج ترامپ از توافق هسته ای مهمترین دلیل پیشرفت و دیپلماسی علیه ایران تلقی می شود. حتی اگر تحریم ها اقتصاد ایران را نابود کرده باشد ، تهران مصمم و موفق در غلبه بر خواسته های واشنگتن است. علاوه بر این، سیاست فشار اعمال شده بر تهران می تواند برای ایالات متحده و اتحادیه اروپا حتی الامکان هزینه بر باشد. حتی کشته شدن قاسم سلیمانی، یکی از با نفوذترین چهره های ایران، برای بازدارندگی ایران کافی نبود.

باید خاطر نشان کنم که اصرار پمپئو در عملیات نظامی این بار حتی می تواند برای واشنگتن خطرناک تر باشد. روندی وجود دارد که در آن انقباض اقتصادی در ایران مشکلات جدی ایجاد می کند و ایرانیان اعتقاد خود را نسبت به کنار آمدن دولت با این بحران ها از دست می دهند. با این حال ، باید در نظر داشت که گزینه هایی که تهران هنگام ضعف انتخاب می کند خطرناک تر هستند. در دوره آینده، به ویژه در دوره ای که ایالات متحده از نظر تعداد بیماران آلوده در جهان پیشتاز است، تهران در موقعیتی است که فرصت های جدیدی را که قبلاً نداشته است، بدست بیاورد. زیرا نگرش و خطایی که دولت ترامپ در مبارزه با ویروس کرونا گرفته است ، پیامدهای جدی سیاسی، اجتماعی و اقتصادی برای ایالات متحده به همراه خواهد داشت.

مسئله مهم دیگر این است که تهران وارد دوره ای شده است که واکنش اقتصادی و سیاسی جامعه جهانی را مورد توجه قرار نخواهد داد. زیرا وقتی ایالات متحده اعلام کرد که از این توافق خارج شده است، ایران از اتحادیه اروپا خواسته بود که نسبت به آمریکا واکنش نشان دهد و از آن حمایت کند. این اتفاق نیفتاد و تحریم ها همچنان در حال افزایش بود. در مقابل، تهران در پاسخ به تحریم های ایالات متحده، محدودیت های خاصی را که غرباعمال کرده و توافق کرده است، کنار گذاشته.

در نهایت، هر دو کشور تمایل دارند که با وجود همه گیری، تنش را ادامه دهند. تاکنون خروج ترامپ از توافق هسته ای و سیاست فشار حداکثری تحمیل شده بر ایران باعث تقویت محافظه کاران در ایران و ویروس کرونا را به مانوری مفید برای پیشبرد برنامه های هسته ای ایران تبدیل کرد. می خواهم به این نکته اشاره کنم که اگر ایالات متحده می خواهد در سیاست داخلی و خارجی ایران تأثیر بگذارد، بازگشت به توافق هسته ای، کاهش فشار اقتصادی بر ایران، تدوین سیاست های گشودن تنوع سیاسی و اجتماعی و تقویت مخالفت ایران ضروری است. تمام گزینه های دیگر بدان معنی است که رویکرد مدیریت فعلی در ایران همچنان قویتر است.

7 Nisan 2020 Salı

Koronavirüs salgını ve İran-ABD ilişkilerinin seyri

Geçtiğimiz Aralık ayında Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkıp tüm dünyayı etkisi altına alan Koronavirüs ve neden olduğu Covid-19 hastalığı, insanlığı tehdit etmeye devam ediyor. Koronavirüs salgınının ulaştığı tehlikeli boyut; ülkeler, hükümetler ve toplumlar için de bir sınav niteliğinde. Derin sosyolojik değişim ve toplumsal dönüşümleri beraberinde getirmesi muhtemel salgın hastalıkla mücadelede izlenen yöntemler ve alınan önlemler, yönetim anlayışlarının ve halkın yaklaşımlarının nasıl değiştiğini de gözler önüne sermekte.

Hastalığın duyulmaya başladığı dönemde gerekli tedbirleri alan ülkeler salgının yayılmasını yavaşlatırken hastalığı ciddiye almayan devletler bugün önemli kayıplar yaşamakta. Koronavirüs pandemisinin en çok etkilediği ülkelerden biri ise İran. Koronavirüs salgını, Donald Trump’ın Mayıs 2018’de Nükleer Anlaşmadan (JPOA) tek taraflı çekilme kararı sonrası iki ülke arasında tırmanan gerilimi yeni bir boyuta taşımış vaziyette. ABD’nin yaptırımları karşısında daralan ekonomisi ve giderek azalan sağlık imkânları, Tahran’ın hastalıkla mücadele konusunda önündeki en büyük engel. Yaşadığı tüm olumsuzluklara rağmen ABD’nin maksimum baskısına azami direnç gösteren İran’da bundan sonraki süreçte yönetim anlayışı ve halkın yaklaşımı pandemi ile mücadele adına önemli bir eşik olacak.

ABD tarafı ise Tahran’a yönelik baskıyı azaltma konusunda istekli değil. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Koronavirüs’ün İran’daki yönetim anlayışını en çok tehdit eden unsur haline geldiğini düşünüyor. ABD’nin vaka sayısı bakımından dünyanın zirvesinde olduğu bir dönemde hem de. Pompeo’ya göre, İran ekonomisinin hem yaptırımlar hem de pandemi tarafından zayıflaması ile beraber askeri operasyon seçeneğinin de güncel/gündemde tutulması gerekiyor. ABD’nin kışkırtıcı tavrının yanı sıra dünyayı tehdit eden salgın, Tahran’a daha önce elde edemediği yeni bir fırsat dönemini de beraberinde getirmiş olabilir. Zira İran’daki muhafazakâr basının verdiği mesaja göre, Trump’ın yaptırımların devamı yönündeki ısrarı, Tahran’ın nükleer hesabını değiştirmeye başladı bile. Tahran bir yandan pandemi ile mücadele ederken diğer yandan, dünya genelinde yaşanan keşmekeş, İran’a gözlerden uzakta yeni nükleer çalışmalar yapma imkânı sunmuş olabilir.

Öte yandan İran’a uygulanan yaptırımlar; salgını geç duyurma, yeterli ve gerekli önlemleri almama konusunda ciddi eleştiriler alan Tahran’a bir kez daha önemli bir siyasi manevra alanı açmış vaziyette. Yaşadığı ekonomik sıkıntıların yanı sıra Koronavirüs ile mücadelenin önündeki en büyük engelin yönetim zafiyeti değil ekonomik ve siyasi baskı olduğu söylemi, İran’ın yıllardan beri yaşadığı mağduriyeti dünya gündemine taşıması için bir fırsat niteliğinde. Ülkede uygulamaya konulan başarısız kalkınma politikaları, önüne geçilemeyen ekonomik daralma, derin yolsuzluk soruşturmaları, sivil bir uçağın askeri birimlerce hedef alınması ve ülkede gelenek halini alan protestolar… Yaşanan salgın ve yaptırımlar, Tahran’a iç ve dış siyasetteki sorunlarını bir süreliğine rafa kaldırma ve pandemi ile mücadelesini ABD karşıtlığı üzerinden yürütme şansı sunmuş vaziyette.


ABD tarafında ise konuyla ilgili yapılan değerlendirmelerde Trump Yönetimi’nin ABD’nin ulusal çıkarlarına ciddi bir şekilde zarar verdiği görüşü hâkim. 2015 yılında sağlanan nükleer anlaşmanın ardından ekonomik ve siyasi açıdan iyimser bir atmosfer elde edilmişken Trump’ın nükleer anlaşmadan çekilmesi, kaydedilen ilerlemenin ve İran’a karşı yürütülen diplomasinin başarısız olmasının en önemli nedeni olarak görülmekte. İran ekonomisi yaptırımlar tarafından tahrip edilmiş olsa da Tahran, Washington’un taleplerini geçiştirme konusunda kararlı ve başarılı. Üstelik Tahran’a uygulanan baskı politikası gerek ABD gerekse AB ülkeleri için olabildiğince maliyetli olabilir. İran’ın en etkili figürlerinden General Kasım Süleymani’nin öldürülmesi bile İran’ı caydırma konusunda yeterli bir girişim değil. Zira İran’a yönelik olası her askeri operasyon planı, İran’ı zayıflatmak yerine maksimum direniş politikasını hayata geçirmek adına Tahran’ın elini güçlendirmekte. Bu gerçeğin Oval Ofis tarafından yeni yeni algılanmaya başlandığı bir dönem yaşanıyor. Pompeo’nun, göreve geldiği günden bu yana İran’la yaşanan her krizde askeri operasyon tavsiyesi, Tahran’ı hem olası bir anlaşma durumunda masada güçlendiriyor hem de gerilim devam ettiği takdirde yeni nükleer çalışmalar için Tahran’ın önünü açıyor.

Pompeo’nun savaşa olan iştahı göz önüne alındığında, pandeminin ortasında İran’a yönelik askeri operasyon seçeneğini ele alması şaşırtıcı değil. Tekrar etmekte fayda var; sağlık sektöründeki kötü yönetimin yanı sıra ABD’nin yaptırımlarının yıkıcı etkisinden dolayı Tahran, pandemi ile mücadelede ciddi ilaç ve teçhizat sıkıntısı yaşıyor. Salgından önceki dönemde ölümcül hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçların bile bulunup ithal edilmesi hususunda ciddi sorunlarla karşı karşıyaydı. Dolayısıyla İran, Covid-19 virüsünün en çok etkilediği ve bundan sonra da etkilemeye devam edeceği ülkelerden biri.

Pmpeo ve ekibi askeri bir operasyonun, Tahran’ı yeni nükleer müzakere şartlarına mecbur etmek için en iyi seçenek olduğunu düşünüyor. ABD’li bakan, bu düşüncesinde yalnız değil. Beyaz Saray’ın önceki danışmanları John Bolton ve Richard Grenell gibi şahin kanadı temsil eden isimler de aynı mantığın ürünü. ABD siyasetini İran konusunda etkileyen şahinlere göre, İran manevra olarak en kısır dönemini yaşamaktaydı daha fazla ekonomik yaptırım, siyasi ve askeri baskıyla yeni bir nükleer anlaşmaya zorlanabilirdi. Ancak tam tersi gerçekleşti. Bu durum tam da Tahran’ın istediği bir şeydi ve ABD’nin maksimum baskısını azami bir dirençle karşıladı. Üst düzey bir ismi kaybetme pahasına ABD’nin elindeki en bilinmez manevrayı da görmüş olan Tahran’ın bu suikaste henüz net bir cevap vermediğini unutmamak gerek.

Pompeo’nun askeri operasyon seçeneğinde olan ısrarı, Washington için bu kez daha da riskli olabilir. İran’daki ekonomik daralmanın ciddi sorunlar teşkil ettiği ve İranlıların, devletin bu krizlerle başa çıkacağına olan inancını kaybettiği bir süreç yaşanıyor. Ancak Tahran’ın zayıfken elinde tuttuğu seçeneklerin normal zamandan daha tehlikeli olduğunu hatırda tutmak gerek. Önümüzdeki süreçte özellikle ABD’nin enfekte olmuş hasta sayısı bakımından dünyada başı çektiği bir dönemde, Tahran daha önce sahip olmadığı yeni fırsatları elde etmiş bir konumda. Zira Trump yönetiminin Covid-19’la mücadelede takındığı tutum ve yaşadığı yanılgı ABD için ciddi siyasi, sosyal ve ekonomik sonuçlar doğuracak. Çok değil iki hafta içinde ABD, İran’dan daha fazla koronavirüs ölümünün yaşandığı bir durumla karşı karşıya kaldı. Büyük eleştirilerin muhatabı olan kötü sağlık sistemi nedeniyle ülkedeki hasta ve ölü sayısının artması muhtemel. İşsizlere yönelik desteğinin AB ülkelerine kıyasla daha az olması, ülke siyasetinin tartışma konularından.

Tüm bunlara ilaveten yaşanan salgının ülkedeki işsizliği de büyük oranda etkilemesi bekleniyor. ABD Hazine Bakanlığı yetkilileri, bu konuda ciddi uyarılarda bulunurken Goldman Sachs salgınla birlikte ülkedeki işsizliğin yüzde 20’lere tırmanabileceğini öngörmekte. Dolayısıyla Trump yönetiminin, Koronavirüs ile olan mücadele gösterdiği zafiyetin şiddetle eleştirildiği bir dönemde önümüzdeki Kasım seçimlerini de dikkate alarak İran konusunu daha da sıcak tutacağını söylemek mümkün.

Trump’ın bu planı, İran’daki müesses nizamın hararetle beklediği bir durum. Trump ve ekibinin benimseyeceği sert İran söylemi, Tahran’a nükleer anlaşmadan tamamen çekilme, Nükleer faaliyetlere ağırlık verme ve Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT)’den çekilme gibi imkânlar/seçenekler sunacak. Zira Tahran’daki siyasi akıl, böyle bir dönemde dünyanın askeri olarak tepki verme yeteneğinin sınırlı olacağını öngörmekte. Bölgesel gerilimi de canlı tutma konusunda becerikli olan Tahran’ın İsrail’le tansiyonu yüksek tutması muhtemel. Zira Washington’un tam desteği olmadan Tel Aviv’in Tahran’a karşı kesin üstünlük kurması, İran siyasi anlayışında olası bir durum değil.

Mühim olan diğer bir mesele ise Tahran’ın, uluslararası toplumun ekonomik ve politik tepkisini eskisi kadar dikkate almayacağı bir sürece girmiş olması. Çünkü ABD anlaşmadan çekildiğini duyurduğunda İran, AB’den ABD’ye tepki koymasını ve kendisini desteklemesini istemişti. Ancak hem beklediği destek gelmedi hem de yaptırımlar artarak devam etti. Buna karşılık Tahran, ABD yaptırımlarına cevaben JCPOA tarafından konulan ve üzerinde anlaşma sağlanan bazı sınırlamalara uymaktan vaz geçti. İran tarafı üzerinde anlaşma sağlanan maddeleri yeniden yürürlüğe koymak için nükleer anlaşmanın tüm taraflarca dikkate alınması gerektiğinin altını çizdi.

Bu salgın sırasında bile, Trump İran’a daha fazla yaptırım uyguladı. Hatta Tahran’ın salgınla mücadelesine destek olmak için 5 milyar dolarlık IMF kredisini de engelledi. Dolayısıyla bundan sonraki süreçte uluslararası toplumun İran’ı cezalandırmak için elinde çok az seçeneği kaldı. Tabii ki, insanlığı tehdit eder hale gelen Koronavirüs salgını bittikten sonra İran, NPT’den çekilir ve bomba yapmasını sağlayacak başka adımlar atarsa ​​büyük bir tepki ile karşı karşıya kalacaktır. Ancak o zamana kadar Tahran, nükleer anlaşmanın içinde kaldığı zamana kıyasla çok daha fazla ve etkin kaldıraca sahip olabilir.

Nihayetinde her iki ülke de, yaşanan pandemiye rağmen gerilimi devam ettirme eğilimi göstermekte. Bugüne dek yaşanan süreçte Trump’ın nükleer anlaşmadan çekilmesi ve İran’a yönelik uyguladığı azami baskı politikası, İran’daki muhafazakâr kanadı daha da güçlendirmekle kalmadı, aynı zamanda Covid-19’u İran’ın nükleer planlarını ilerletmesi adına etkili bir manevra haline getirdi. Eğer ABD, İran’ın iç ve dış siyasetine etki etmek istiyorsa; öncelikle nükleer anlaşmaya geri dönmesi, İran üzerindeki ekonomik baskıyı azaltması, siyasi ve sosyal çeşitliliğin önünü açacak politikalar geliştirmesi ve İran muhalefetini güçlendirmesi gerekmekte. Diğer bütün seçenekler, İran’daki mevcut yönetim anlayışının güçlenerek devam etmesi anlamına gelmektedir.


22 Ocak 2020 Çarşamba

(Bir öykü) Yırtık Gaste Sayfaları*


Şafak henüz sökmüştü ve güneş, köyün yanı başında dikilen yüksek dağı ortadan ikiye bölercesine aşağıya doğru süzülüyordu. Günün ilk ışıkları, yazın ortasında bile kırağı çalan bitkilere acıklı bir hikâye fısıldarcasına üzerindeki buzu çözüp gözyaşına benzeyen damlacıklara çeviriyordu. Köylüler, horozlardan bile erken karşıladıkları yeni bir güne hazırlanmaya koyulmuşlardı çoktan. Çobanlar, çıkardıkları tozla göğe bulutlar çizen hayvan sürülerinin ardından yorgun adımlarla yola çıkmışlardı. İçlerinden biri o gün okuyacağı gazete parçalarının hayaliyle, eksik olup olmadığına bile bakmadan sürüsünü önüne kattığı gibi köyü şehre bağlayan kara yoluna doğru gitti. Şehre giden yolun geçtiği yerlerde güzel piknik alanları bulunuyordu. Şehrin yoruculuğundan bunalan “pihnihcilerin” gözde mekânlarındandı bu köy. 
Çobanın gittiği yerlere pikniğe gelenler, sonrasında etrafta kenarından köşesinden yırtılmış gazete kâğıtları bırakırlardı. Her parça onlar için etrafa saçtıkları bir çöpten ibaret olsa da o gün hayvanlarıyla oraya gelen küçük çoban için ansiklopedi değerindeydi. Bu gazete parçalarında memlekete dair günlük haberler, gazete tam ortasından ya da kenarından yırtıldığı için yarım kalmış hikâyeler yer alırdı. Çoban, daha çocuk yaşta ülkedeki aşk hikâyelerine, kadın cinayetlerine, politik mavralara, Galatasaray-Fenerbahçe ezeli rekabetine ve adına yüksek enflasyon dedikleri şeye bu kâğıt parçaları sayesinde şahit olmuştu.
Küçük çoban her gün bunları okumak için köy muhtarının ısrarlı uyarılarına rağmen onu atlatır ve hayvanlarıyla “esvalt” tarafına giderek buruşturulup atılan gazete parçalarını toplardı. Biriktirdiği kâğıt parçalarını itina ile düzeltir ve akşama kadar hepsini okumaya çalışırdı. Bir gün sabah gene asfalt tarafına giderken yönetime kök salmış köy muhtarı, çobanın önüne dikilerek: -Nere gidirsen? Diye sordu. Genç çoban uyku mahmurluğuyla -“esvaltaaa” diye cevap verdi. Bu cevaba sinirlenen muhtar: -Yegenim her gün aynı yere gidilmez ki yazıh değil mi bu heyvana? Diye çıkıştı.
Küçük çoban kendinden emin bir edayla: - Yoo niye yazıh olsun ki? -Hem ayni yere getsek de ben hayvanlara her gün farkli bi hekâye ohiram- diyerek muhtardan bir an önce kurtulup yoluna devam etmek istiyordu. Sandığından inatçı çıkan muhtar, sinirlenerek kaşlarını çatmış ve ne yapıp edip çobanı o gün başka tarafa göndermişti. O gün güneş, batmamak için inat ediyordu sanki. Ormanda çalıya takılan kara lastiğinin teki yırtılmıştı üstelik. İçinden muhtara okkalı bir küfür etti. Kanayan ayağının acısıyla bağırarak da küfredebilirdi. Ancak hayvancıkların, bir gün önce kendilerine gazete okuyan bu çocuğun küfür ettiğini duymasını istemedi. Muhtar kötü bir adam değildi elbet ama hayvanların karnını doyurmaya gösterdiği özeni insanın ruhunu doyurmasından esirgemesine kızıyordu içten içe. O akşam eve geldiğinde, şehirden yeni bir çift lastik ısmarlamasını istedi annesinden. İbadetini bitirmek üzere olan annesi önce sağa, sonra sola selam verdikten sonra şefkatli gözleriyle –temam- dedi. Sonraki gün çoban, sürüsünü önüne katıp yeni gazete parçalarının hayaliyle yola koyuldu. Muhtar da o gün şehre gitmişti. Çoban rahattı. Asfalta varır varmaz, etraftan gazete parçalarını toplayıp günde üç beş arabanın geçtiği yolun kenarına oturdu. Buruşturulup kenara atılmış gazete parçalarını özenle düzeltip dikkatle okuyordu. Bir ara gözü hayvancıklara takıldı. Onlar da karınlarını doyurmanın derdindeydi. Sonra her nasılsa annesinin, 36 numara yeni bir çift lastik ısmarlayacağı aklına geldi. Sevinçten bir an gülümseyip tekrar gazeteye daldı. Yırtılan gazete parçalarında yarım kalmış haberlerin sonu güzel bitsin diye devamında yeni hikâyeler uydururdu. O gün okumaya daldığı sırada yoldan geçen bir arabanın ileride durup bir süre sonra geri geldiğini fark etti. Çocuk biraz korkmuştu. Annesinin; “arabalardan uzah dur, pihnihçilerin yanına getme” tembihlerini hatırlayarak ayağa kalktı. Kırmızı otomobilden inen takım elbiseli 35-40 yaşlarında bir adam çocuğa: -Selam genç ne okuyorsun? Diye sordu. Adam, çobanın yol kenarında bir şeyler okuduğu fark etmişti. Çocuk ürkek bir sesle: -Ambu gezete parcalarına bahirdim abi- diyebildi. Adam bütün köylerde kütüphane varmışçasına: -Neden hikâye kitabı okumuyorsun? Diye sordu. Çocuk –Bigaş tene vardi onnari da bitirdim- dedi.  Adam -Çok mu seviyorsun okumayı diyerek çocuğun yanına oturdu. Çocuk başıyla –evet demekle yetindi. Adam duraksadı gözü bir an hayvanlara ve çocuğun yırtık lastiğinden dışarı fırlamış parmaklarına takıldı. Hayvanları işaret ederek: - Bunlar da senin mi? diye sordu. Çocuk endişeli fakat cesaretini toplayarak çıkardığı gür bir ses tonuyla: -Benim deyil ama bene amanat-dedi. Adam çocuğun korktuğunu anlayınca kendini tanıttı. Avukatlık yaptığını ve bazı hukuki işler için haftada bir gün ilçeden şehre gitmek zorunda olduğundan bahsetti. Kısa bir sessizlikten sonra adam: -Sana kitap getirsem okur musun diye sordu? Çocuk şaşırmıştı. Meraktan büyüyen gözlerinin adama dikerek: -Ohuram tabi- dedi. Genç adamla çocuk o gün plan yaptılar. Ortak bir gün belirleyip çobanla asfaltın kenarında buluşmaya karar verdiler. Adam çocuğa: -Sen hangi gün buraya gelebilirsin diye sordu. Çocuk: -Mıhtarı atladdığım her gün gelebülürem abi- diye cevapladı. Adam gülümseyerek: -Çarşamba günleri gelebilirsen birkaç kitabı geçerken sana bırakabilirim dedi. Çocuk mutlu bir ses tonuyla –Olur abi- deyiverdi. Çocuk o gün mutluluktan uçuyordu. Bu mutluluğa akşama şehirden gelecek yeni lastiklerin mutluluğu da eklenince çocuk kanatlanacak gibi oluyordu sevinçten. Çakıl taşları ve sert otların yırtık lastiğinden girip ayağını kanatmasına aldırış etmiyordu bile. O gün güneş nazlı bir gelin gibi yavaş yavaş süzülüp yerini karanlığa bırakırken çocuk koşarak eve geldi. Ancak annesi o gün lastikleri ısmarlayamamıştı. Çocuk yırtık lastiği ayağından çıkarıp kanayan ayağını annesine göstererek isyan ediyordu adeta. Annesine sinirlenince bir kuytuya gidip ağlamayı tercih ederdi genelde. Her nedense kızınca ağlamaya başlardı. Bu sefer öyle yapmadı. O akşam uyuyuncaya kadar annesine sitem etti. Yorgunluktan tam uykuya dalacaktı ki annesinin de ağladığını fark etti. Niye sımarlamir ki? Çoh mi bahali bi çift gara lastik? Veresiye bile alınabilirdi diye kendi kendine homurdanıyordu. Tüm bu ihtimalleri düşünürken uyuyakaldı. Sonraki üç gün annesiyle doğru dürüst konuşmadı bile. Lastikleri nihayet dördüncü gün gelmişti. Sonunda dayanamayıp annesine neden dört gün beklediğini sordu annesi de duygulu bir ses tonuyla: - Birez daha böyi annadacam- dedi. Annesinin o sözünü hiç unutmadı çocuk.

Bir sonraki Çarşamba günü çocuk hayvanlarıyla asfalta gidip bir hafta önce anlaştıkları gibi takım elbiseli abiyi beklemeye koyuldu. Çocuk yoldan gelip geçen her arabayı ona benzetip durmasını bekliyordu. Güneş tam tepeye dikilmek üzereydi ki kırmızı arabalı avukat çıkageldi. Gülümseyerek çocuğun yanında durdu ve elinde bir koli ile arabadan indi. –Al bakalım dedi adam çocuğa paketi uzatarak. Çocuk koliyi heyecanlı bir şekilde hızlıca açtı. Bir de ne görsün! Yakup Kadriler... Ömer Seyfettinler... Çocuk minnet duyan gözlerle adama baktı ve -teşeççür ederem abi- dedi. Genç adamla çocuk o yaz boyu her hafta Çarşamba günü aynı yerde buluştular. Adam her hafta yeni kitaplar getiriyor, çocuk da bitirdiği kitapları kendisine iade ediyordu. Çocuk o yaz çok karlı bir çobanlık yapmıştı. Sadece Türk Edebiyatından değil Dünya Edebiyatından da önemli öykücülerin eserlerine ulaşma fırsatı bulmuştu. Adamla çocuk son kez buluştuklarında yeni bir eğitim-öğretim sezonu başlamak üzereydi. Çocuk son kitapları teslim ederken büyük bir minnet ve teşekkürle oyuncak kağnı arabasını adama hediye etti. Çoban, bu iyi niyetli avukat abiye adını sormaya cesaret edemedi bile. Onun adı hep “Avukat abi” olarak kalacaktı zihninde.
Aradan birkaç yıl geçti. Çocuk ilçede ortaokul öğrenimini tamamlayıp lise için şehre gitmişti. Her gün ayağının kanamasına rağmen annesinin neden yeni bir lastik almadığını düşünüp durdu. Artık lise ikinci sınıf öğrencisiydi. Bir hafta sonu köye gidip annesine sebebini bir kez daha sormak istiyordu. Akşam annesiyle otururken ağzından birden çıkıverdi..- Ana böyüdüm işte. Haydi annat dedi. Annesi –kuçik çobanım- diyerek aldı yanına. Bi evlat ağlar da anası dayanabülür mi ona? Diye anlatmaya başladı. -Guzum dedi. Bilirsen baban öleli epey bi zeman oldi. Ben de dul bi kadınam. Burası kuçik bi yer, laf söz çoh olur. Sene yeni bi lastih sımarlamak içün her sabah evin önündeki çeperin arhasında durdum. Şehere giden arabanın geçişini behledim. Emma ilk üş (üç) gün şehere gidenler arasında konuşup sipariş verebileceyim uygun birini göremedim. Bu durum üş gün bele devam etti. Allah’a şüçür ki dördünci gün halanın beyi şehere gidirdi. Oni görüncez işmar ettim. Çepere sesledim de sımarlayabildim.- Annesi bunları anlatırken çocuk hıçkırıklara boğulmuştu. O gün sevinçten ağlıyor ve böyle bir annesi olduğu için yaradana teşekkür ediyordu.
Çoban, lise eğitiminden sonra Üniversite okumak için yaşadığı şehirden ayrıldı. Zengin kütüphanelerde ve büyük okuma salonlarında “pihnihcilerin” sağa sola bıraktıkları gazete parçalarının kokusunu duydu. Aldığı her kitapta, okuduğu her romanda annesinin fedakârlığını ve avukat abinin iyiliğini aradı.



6 Ocak 2020 Pazartesi

İran Devrimi’nin Surları Aşınırken Bir Kasım Süleymani Hikayesi


Tarih boyunca büyük güç mücadelelerine ve kısır çekişmelere sahne olan Mezopotamya coğrafyasında son dönemde de değişen bir şey yok. Fırat ve Dicle’nin beslediği topraklar yine şiddet, kıyım ve kargaşayla iç içe. 2020’nin hemen başlarında bölgede barışa dair umutlu bir bekleyişi olanların beklentileri boşa çıkmış vaziyette. Yaşanan son gelişmeler umut etmenin aksine bölgedeki yangının giderek alevleneceği bir sürece doğru yol alındığını gösteriyor.
Amerikan Savunma Bakanlığı, Bağdat Uluslararası Havalimanı’nda Haşd-i Şabi komutanlarını hedef alan saldırı düzenledi. Pentagon, saldırıda Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı bir birim olan İran Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ve Haşd-i Şabi komutanı Ebu Mehdi el Mühendis’in öldürüldüğünü duyurdu. İran Devrim Muhafızları’na bağlı Fars Haber Ajansı da, Süleymani’nin saldırıda hayatını kaybettiğini teyit etti. Şiiliğin ‘cephedeki’ yaşayan en etkin figürü Kasım Süleymani’nin öldürülmesi, 2020 yılının zor geçeceğinin en belirgin işareti niteliğinde. İranlı “Gölge Komutan’ın” askeri geçmişine ve yükselişine kısaca değinmek, saldırının bölgenin geleceğinde yaratacağı etkinin anlaşılmasına yardımcı olacaktır.[1]
Bilindiği üzere, 2014 Haziran’ından itibaren Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler ve meydana gelen değişimler, bölgedeki ideolojik algıların ve siyasal bilincin zihinlerde yeniden tasarlanmasını da beraberinde getirdi. Dünya, özelikle Haziran 2014’ten itibaren IŞİD ile mücadeleye odaklanmışken, bölgesel güçlerin manevra alanı da genişledi. Yaşanan kaos ve IŞİD terörü, özellikle İran’ın bölgedeki hareket kabiliyetini arttırmış, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra bölgedeki değişen ideolojik ve demografik yapı gittikçe Tahran’ın lehine dönmüştü.
İran’daki siyasi akıl, bölgesel etkinliğini korumak ve genişletmek adına daha önceden alanda yapmış olduğu ideolojik ve istihbari çalışmalarının takibi, devamı ve korunması için bölgeyi bilen ve bölgede sevilen bir ismi vazifelendirdi. O isim ise ilkokul mezunu bir istihbaratçı olan General Kasım Süleymani’den başkası değildi. Devrim Muhafızları’nın özel birimi Kudüs Gücü’nü komuta eden Süleymani’nin askeri kariyeri, İslam Devrimi’nin ilk yıllarında başladı. Süleymani, ilk muharebe tecrübesini, Batı İran’ın Mahabad bölgesinde silahlı Kürt isyancıların bastırılmasında yer alarak kazandı. Harekâtta önemli bir komuta görevine sahip olmasa da Süleymani’nin burada edindiği düzensiz savaş tecrübesi, onun Devrim Muhafızları’ndaki yükselişine zemin hazırlayan önemli bir aşamaydı.
İranlı Kürtlerin bastırılmasından sonra Süleymani, 1980’de patlak veren İran-Irak savaşına hemen başından itibaren katıldı. Memleketi Kirman’dan kendi gayretleriyle toplayıp eğittiği askerlerden oluşan bir birliğin komutanı olarak görev yaptı. Irak ordusunun Huzistan eyaletinde işgal ettiği toprakların geri alınmasını sağlayan bir dizi harekâtta yer alan Süleymani, hızla terfi etmeye başladı ve neticede 41. Tarallah Tümeni’nin komutanlığına getirildi. Bu dönemden sonra İran’ın bölgesel politikalarını uygulayan bir isim olan Süleymani, özellikle ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra İran’ın Irak’la ilgili tüm politikalarının uygulayıcısı olarak bilindi.
Süleymani yaptığı toplantılarda, İran’ın toprak bütünlüğü anlayışının yeni gelişmeler ışığında değerlendirilmesi gerektiğini dile getirmiş, İran’ın zafer ya da yenilgisinin artık Mihran veya Hürremşehr’de değil (Irak ve Suriye’yi kastederek) sınırların ötesinde belirlendiğine vurgu yapmıştır. İran’ın ideolojik sınırlarının genişlediğinden bahseden Kudüs Gücü Komutanı İran Devriminin; Mısır, Irak, Lübnan ve Suriye’de de yaşanıncaya kadar bölgedeki mücadeleye devam edileceğine dikkat çekmişti.  IŞİD’le zirveye çıkan bölgesel kaosun hâkim olduğu bir dönemde basında sıkça görülmeye başlayan Kasım Süleymani,  Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki toplumsal hareketlerin “devrime en büyük imkânları sunduğu”na dikkat çekerek İranlı gençlere, bölgesel ve küresel gelişmelere kulak vermeleri ve bu gelişmelerin İran’ın lehine kullanılmaları yönünde çağrıda bulunmaktaydı.

Son gelişmeler ışığında en dikkat çekici nokta ise daha önce hiç ortalıkta görünmeyen ama var olduğu bilinen “Gölge Komutan” Kasım Süleymani’nin Irak ordusunun IŞİD’e karşı kazandığı her zaferin ardından fotoğrafları ve videoları yayımlanan bir figüre dönüşmesiydi. Bu durum, İran’ın bölgedeki etkinliğinin, artık inkâr edilemez olması ve bunun Kasım Süleymani üzerinden dünyaya anlatma gayreti olarak yorumlanmıştı.
Irak’ta IŞİD’le mücadelede alınan siyasi ve askeri kararlarda öncelikli olarak yer alan ve İran’ın Kudüs Gücü’nün komutanı olan Süleymani, Musul’un 2014/Haziranda IŞİD’in ele geçmesinin ardından kamuoyunda artık daha görünür olmaya başladı. Fotoğraflarının yayımlanmasına bilinçli olarak izin vermeye başlayan Süleymani, bu yolla İran’ın bölgedeki etkinliğinin bir simgesi olarak gün yüzüne çıkmaktaydı. Kasım Süleymani’nin Irakta’ki varlığına dair ilk fotoğraf, Iraklı güçlerin Emirli kentindeki kuşatmayı kırmasından sonra ortaya çıktı.[2] Daha sonra Carf El Sahar, El Daluiya ve IŞİD’den kurtarılan başka bölgelerde çekildiği söylenen fotoğraflar yayımlandı[3].
Fotoğraflardaki Süleymani, basit askeri kıyafetler giyiyor, silah ya da teçhizat taşımıyor ve Şii milislere bağlı savaşçıların veya Bedir Örgütü’nün başı Hadi El Emiri gibi milis liderlerinin arasında görünüyordu. Yüzünde genellikle tebessüm olan Süleymani, etrafında İranlı korumalar varmış gibi durmuyor. Fotoğrafların hiçbirinde Irak ordusunun askerleri veya komutanları bulunmuyordu. Bu durum, Musul’un savunulması sırasında Irak ordusunun direnemeyerek şehri IŞİD terör örgütüne teslim etmesi nedeniyle İran’ın bölgede tedbirli davrandığının bir göstergesi olarak yorumlanmıştı.
Irak ordusunun geçmiş performansı düşünüldüğünde İran’ın, ordunun yeniden yapılandırılmasına yönelmek yerine Şii milisleri desteklemeyi tercih etmişti. 1979 Devrimi’nin başlarından bu yana aynı yolu izleyen İran, Süleymani liderliğinde Devrim Muhafızları ve Besic gibi ulusal orduyla birlikte hareket eden silahlı birimleri güçlendirmiş, bunları kullanarak iç düzeni yeniden tesis ederek gelen saldırıları durdurmayı hedeflemiştir.
Diğer taraftan Süleymani’nin ortaya çıkması, İran’ın bölgesel gücü açısından pek çok anlam taşımakla birlikte bünyesinde, hem İran kamuoyuna hem de bölgeye ve uluslararası topluma yönelik çeşitli mesajlar ihtiva etmekteydi. Süleymani’nin resimleri ve onun 2003 yılındaki ABD’nin Irak’ı işgalinden bu yana bölgedeki kapsamlı askeri ve istihbari faaliyetleri ve kazanılan zafer haberlerine, İran basınında genişçe yer verilmekteydi[4]. Buradaki amaç, Tahran’ın izlediği genel politikanın doğru ve başarılı olduğunu İran iç siyasetine ve İranlılara anlatmaktı. Bu tür haberlerle İran halkına, nükleer mesele ve uluslararası toplumla ilişkiler dâhil İran yönetimine güvenilmesi ve devrim hedeflerine ulaşabilmek için sabırlı olunması gerektiği mesajı verilmekteydi[5].
İran, 2020 yılının ilk günlerinde bölgesel Irak ve Suriye’deki politikalarını uygulamak adına görevlendirdiği son derece önemli olan bu ismi kaybetti. İran için son derece mühim bir komutanın öldürülmesi, -bölgenin riske atılması açısından- ABD tarafından sorumsuzca gerçekleştirilmiş eylemler safına eklendi. İran Kasım Süleymani’nin yanı sıra sınır ötesi savaş tecrübesi olan Tuğgeneral Hüseyin Cafer Penah, Albay Şahrud Muzafferniya, Binbaşı Hadî Tarumi, Yüzbaşı Vahid Zamaniyan’ı da kaybetti. Washington bu eylemle bölgedeki askeri, siyasi ve istihbari varlığının ne derece ilerde olduğunu göstermiş/hatırlatmış oldu. Saldırının Irak’ta meydana gelmiş olması ise, bölgenin bundan sonraki süreçte de ABD-İran geriliminin yaşanacağı yer olacağı anlamına gelmekte.
“Gölge Komutan” Süleymani’ye yönelik saldırı, İran’a bakan yönüyle, daha önce Suriye ve Irak’ta öldürülen İranlı komutanlardan çok daha farklı ele alınmalı. Zira Süleymani’nin Dini Lider Ali Hamaney’in emri altında çalışması ve Tahran’ın İran ve Suriye dosyasının başındaki isim olması açısından dikkate değer bir figürdü. ABD’nin saldırısı Tahran için direkt İran Devrimi’ni ve devrim liderini hedef alması demek. Bir süre önce Devrim Muhafızları Ordusu’nu terör örgütü listesine dâhil edilmesi, Beyaz Saray’ın, bu saldırıya meşruiyet kazandırması anlamına geliyor. İran’ın karşı hamlesi öncelikle topyekûn bir savaştan ziyade bölgesel uzantıları aracılığı ile olabilir. Hizbullah’ı aktif bir şekilde sahaya sürmeyi planlayan İran, İsrail ve hatta Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgedeki ABD müttefiki diğer hasımlarına önemli kayıplar verdirmeyi amaçlayabilir. Şii Hilali diye tabir edilen bölgede Fatımiyyun, Zeynebiyyun, Haşdi Şabi, Ensarullah ve Hizbullah’ı savaş pozisyonuna getirecek olan Tahran, Taliban’la kurduğu yeni ilişkiler vasıtasıyla ABD’nin Afganistan’daki varlığını hedef alabilir. İranlı bir yetkilinin “önümüzdeki saatler” diye nitelediği misilleme işareti, Tahran’ın bu saldırıyı görmezden gelemeyeceğinin ilk ipucu olarak değerlendirilmelidir. Tahran tepkisini göstermekte gecikmeyecek zira İran için Kasım Süleymani’ye saldırmakla Fordov veya Natanz’daki nükleer tesislere saldırmak aynı şey.
Diğer taraftan saldırının gerçekleştirilme biçiminin, bölgedeki İran varlığını daha da sorgulanır hale getirdiği bir gerçek. Tahran için bu kadar önemli olan bir ismin “ikinci başkent” olarak görülen Bağdat’ta kolayca öldürülmesi, gelecek süreçte İran’ın istihbarat kabiliyeti ve siyasi kapasitesini daha da sorgulanır hale getirmiştir. Ayrıca İran’a Irak ve Suriye’de önemli istihbarat desteği sağlayan Rusya’nın bu olaydan habersiz olması elbette düşünülemez. Yaşanan saldırı, İran-Rusya ilişkilerinin geleceğini de derinden etkileyecek potansiyele sahip. Saldırı İran iç siyasetinde artan Moskova karşıtlığını daha da tetikleyecek.
Olayın İran siyasetine derin etkileri de mevcut. İç siyasette yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde reformist bir ismin kazanma olasılığı azalıyor. Zira dış politikada daha çatışmacı bir tutum benimseyecek olan Tahran için cumhurbaşkanlığı makamının, muhafazakâr bir isme emanet edilmesi gerekiyor. Bununla birlikte gelecekte öngörülen protesto gösterilerinin rafa kalktığı söylenebilir. Tahran’ın dış politikada çatışmacı tavrı, iç politikada kendisini daha da çok hissettirerek halktaki en ufak bir hareketliliğe fırsat vermeyecek.
Saldırının ABD açısından anlamı ise en az İran kadar derin. Geçtiğimiz hafta İran’ın organize ettiği milislerce ABD’nin Bağdat’taki Büyükelçilik binası basılıp ateşe verilmiş ve duvarlarına “ABD İran toprağından defol” şeklinde yazılar yazılmıştı. Son saldırı, ABD’nin gerek askeri gerekse siyasi anlamda bölgede kalıcı olduğunu gösterdi. Öte yandan saldırı, ABD başkanlığından azledilme sürecinin yaşandığı bir dönemde Başkan Trump adına önemli bir kazanım oldu. Gelecek seçimlerde seçilme şansını giderek arttıran Donald Trump, İran’a yönelik azami baskı politikasına, İranlı isimlere yönelik münferit saldırıları da eklemiş oldu.
Nihayetinde saldırı, bölgede yeni çatışma alanları ile birlikte yeni soruları da beraberinde getirmekte. Saldırı, İran’ın bölgedeki güvenlik zafiyetlerini ortaya çıkarmakla kalmayıp yurtdışında yaşayan İran diasporasını daha da görünür bir zemine taşıyacaktır.
Saldırının Bağdat’ta gerçekleşmiş olması, İran-Irak-ABD üçgenini nasıl etkileyecek? Önümüzdeki süreçte Moskova, Pekin ve Avrupa’nın tavrı nasıl olacak? Süleymani gibi etkin bir figürün yokluğu İran’ın Suriye’deki varlığına etkisi ne olabilir? v.b sorular, gelecekte sıkça tartışılan konuların başında gelecektir.






25 Aralık 2019 Çarşamba

İran’ın Nükleer anlaşma oyunu yeniden devrede


Trump, Mayıs 2018’de Obama döneminde imzalanan anlaşmadan tek taraflı çekildikten sonra İran’a yönelik “azami baskı” kampanyası başlatmıştı. Tahran ise buna karşı “stratejik sabır” politikasını benimsemiştir. İran öncelikle Avrupa’nın Amerika’yı kararından vaz geçirmesi için Tahran lehine adımlar atması umuduyla anlaşmaya bağlı kaldığını ilan etti. Ancak aradan geçen bir yılda Avrupa’nın; ABD’nin kararına etkili bir şekilde karşı koyamadığı anlaşıldı. Bu, İran’ın pozisyonunu “bekle-gör” yaklaşımından çok daha iddialı bir yaklaşıma kaydırarak kendi eylem planını yeniden gözden geçirmesini de beraberinde getirdi.
İran Cumhurbaşkanı Ruhani, yeni politikasını ilan ederken, anlaşmaya göre İran’ın beklentileri karşılanmadığı sürece küresel finans sistemine erişimdeki aksaklıklar ve ihracat kapasitesinin azalmasına rağmen nükleer anlaşmayı uygulamayacaklarını belirtti. İran’ın vermiş olduğu 60 günlük süre aslında Avrupa ülkelerini, ABD’ye karşı harekete geçirmeyi amaçlıyordu. İran, Avrupa’dan tatmin edici bir manevra görseydi nükleer anlaşmanın tamamen uygulanmasına geri dönebilirdi. Ancak beklediği destek gelmeyince Tahran açıklamalarının tonunu biraz daha sertleştirerek stratejisinin bir sonraki adımı olan nükleer silah söylemine geçti.
İran’ın bu yaklaşımı pek başarılı olmadı aksine Tahran üzerindeki baskıyı daha da arttırdı. ABD İran’a yönelik ek yaptırımlar uyguladı. AB ise İran’ın nükleer silah çıkışlarına devam etmesi halinde anlaşmazlığın ve çözümsüzlüğün artacağını dile getirmekle yetindi. Ancak İran’ın nükleer silah söylemi stratejisi tehditlerle birlikte Tahran’a yeni fırsatlar da sunmakta. Bu manevra, İran’a daha önce JCPOA’da kısıtlanan bazı nükleer faaliyetlere devam etmesine olanak sağlamasının yanı sıra, ABD ve AB tarafında gelen baskının sonsuza dek sabırla karşılanmayacağının işaretlerini vermesi açısından önemli.
İran, daha saldırgan söylem ve askeri önlemlerle stratejisini daha canlı ve işlek tutma niyetinde. İran’ın gerilimi canlı tutmadaki en büyük amacı, Avrupa ülkelerini bilinçli bir şekilde sürmekte olan gerilimlere dâhil ederek onlara, ABD’nin İran’a yönelik baskı politikasında pasif bir gözlemci olamayacaklarını göstermek. İran bunun ilk işaretini Avrupa, Uzakdoğu ve Körfez ülkelerine ait petrol tankerlerine müdahale ederek vermişti. Tahran’ın mesajı basit: Eğer İran petrolünü satamaz ve ihtiyaç duyduğu petrol gelirlerine erişemezse, Amerika’nın gerek bölgesel ortakları, gerekse Avrupalı ​​müttefikleri de bu bölgede huzurla dolaşamayacak. Tahran’ın bu anlayışı, kamuoyu desteğini giderek kaybeden Ruhani’ye önemli bir destek sağladı. Ayrıca bu çıkış, Tahran’ın JCPOA’ya yönelik stratejik sabrının sona ermekte olduğunu gösterdi.
Müesses nizamın stratejik sabrı
İran’ın “nükleer program” gibi hassas konularda karar verme süreci aşamalı ve -verilen politik tepki açısından- birbirinden bağımsız ele alınabilir. İran’ın ilk “stratejik sabır” döneminden, Ortak Kapsamlı Eylem Planı’nın son altı ayındaki agresif tutumuna kadar attığı her adımın, Tahran’daki siyasi akıl tarafından tamamen desteklendiğini belirtmek gerek. Bu gerçek, kısa vadede Tahran’ın tüm birimleriyle gerilimden yana olduğunu gösterse de uzun vadede dini lider Ali Hamaney de dâhil olmak üzere Batı ile yeni bir anlaşmaya istekli olunduğunun bir işareti olarak değerlendirilmelidir.
Trump’ın ABD’nin JCPOA’dan çekilme sürecini başlatması ve daha sonra yaptırımların yeniden uygulanması kararının hemen ardından, Ali Hamaney, İran’ın sonraki adımlarıyla ilgili önemli açıklamalar yaptı. Ülkesinin anlaşmayı uygulamaya devam edeceğini, ancak Batı’nın bu tavrı devam ederse anlaşmayı sonlandırmak için “gereğinden fazla” sabretmeyeceklerini belirtti. Daha sonra, İran’daki siyasi akıl, bu aşamayı “stratejik sabır” olarak tanımladı. İran’ın nükleer programını yürütmekten sorumlu olan İran Atom Enerjisi Kurumu bu aşamada kilit rol oynadı.
İran dini lideri Ali Hamaney, bu süreçte iç ve dış siyasette etkin olan tüm birimlerin koordineli bir şekilde çalışmasını temin etti. Bu bağlamda Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi’nin nükleer politikanın “ortak akıl” anlayışıyla ilerletilmesi için temel parametreleri belirlendi. Konsey, -yönetim içindeki bütün ana güç merkezlerini bir araya getirerek- ulusal güvenliğin temini adına karar alma sürecini kolaylaştırmakla görevlendirildi. Bu bağlamda Hamaney’e bağlı siyasi ofis, yürütme organı, özellikle nükleer dosyanın takibinde etkin olan Devrim Muhafızları Ordusu ve pasif halde bekletilen diğer ordu temsilcilerinden oluşan ortak bir çalışma grubu “nükleer dosyanın yeniden inşası” üzerinde çalışmakta. Ayrıca Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi, Mayıs 2019’dan bu yana atılan adımları tasarlamak ve uygulamak adına İran’ın Atom Enerjisi Kurumu ile planlı bir şekilde çalışmakta.
İran’ın koordineli hareket planı, şimdilik işliyor gibi görünüyor. JCPOA’dan tamamen çekilmektense, ABD’yi daha çok hataya zorlayabilecek hesaplanmış ve bilinçli adımlar atıyor. Bu anlayış, dikkat çekici ve tutarlı bir stratejiden yoksun olan Washington’un yaklaşımının tam zıttı. Nükleer anlaşmanın sona ermesinden bu yana, İran’ın nükleer silah üretme programına yeniden dönme tehdidini yok etmeye yönelik ABD’nin belirgin bir planı yok. İran bu gerçeğin farkında ve yeni nükleer silah söylemi ile gelecekte olası bir anlaşmada daha güçlü görünmek adına bunu akıllı bir kaldıraca çevirme amacında. İran anlaşmadan kısa sürede çekilmek yerine bunu zamana yayarak hem ABD hem de AB ülkelerinin gerilimli sürecin bir parçası olmasını maksimum kazanca çevirme peşinde. Bunun anlaşılması içinse santrifüj araştırma ve geliştirme faaliyetlerindeki kısıtlamalardan vazgeçti ve Fordov’daki yeraltı uranyum zenginleştirme çalışmalarına devam ettiğini duyurmayı seçti.
Tahran’ın gerilim stratejisi
Bunlarla yetinmeyen İran, santrifüj araştırma ve geliştirme çalışmalarını genişletmeye devam ediyor. Ayrıca İran, geçtiğimiz Eylül ayında, daha önce JCPOA anlaşması kapsamında kaldırılan –elindeki en ileri model olan IR-2m ve IR-4 santrifüjlerini daha da geliştireceğini, IR-4 ve IR-6 modelleri üzerinde sağlanan “uranyum zenginleştirme miktarı” anlaşmasından daha da fazla miktarı zenginleştireceğini duyurdu. Hatta İran Kasım ayında yepyeni IR-8 ve IR-9 modelindeki santrifüjleri geliştirmekte olduğunu iddia etti. Elde olan santrifüjleri geliştirmek ve yeni model santrifüjleri kullanmak gizli sığınaklarda yapılan uranyum zenginleştirme işleminden daha az gösterişli olsa da Batı’ya gözdağı verme açısından denenmiş en etkili yöntemlerden birisi. Zira İran’ın yeni nesil santrifüjleri edinme kapasitesi, yeni bir nükleer anlaşma öncesi İran’ı eskiye nazaran daha güçlü konuma taşıyacaktır. Tahran’daki siyasi akıl, yeni bir anlaşma olması halinde geliştirdiği santrifüjleri sökse bile bu süreçte kazandığı nükleer bilgi, birikim ve tecrübeler, “nükleer silah hafızasını” geleceğe taşıma adına İran için büyük avantaj olacak.
İran’ın ABD’ye yönelik sert cevabı Mayıs’tan bu yana büyük ölçüde tutarlı görünüyor. Tahran, hareketlerinin zamanlamasını tahmin edilebilir hale getirmeye çalıştı. Her altmış günde bir, taahhütlerini daha da azaltacağını, muhataplarına anlaşmayı daha da tıkayabileceğini açıkça belli etti. Tahran’ın bu süreçteki talepleri gayet açık: ABD’nin anlaşmadan çekilmesi neticesinde Tahran’ın ettiği zararlar, P5+1’in diğer üyeleri tarafından telafi edilmeli. Bu arada Batı, -havayı yumuşatması açısından- İran Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (IAEA) yeni faaliyetlerinin farkında olduğunu ve bu faaliyetleri takip ettiğini vurgulamıştır. Özellikle Avrupa ülkelerinin bu iyimser takibinin esas amacı, Tahran ve Batı arasında ihtiyaç duyulan güveni tesis etmektir. Ancak bu güven aşılama gayreti Tahran’ın anlaşmanın bozulması sonrası artan maddi kayıplarını telafi etmekten çok uzak.

Tüm bu gelişmelerin yanı sıra ABD’nin anlaşmadan çekilmesi sonrası Tahran’ın yaklaşımında da değişen yönler/anlayışlar mevcuttur. Öncelikle Tahran anlaşma çerçevesinde Batı’ya verdiği taahhütlerinden hangilerini ve ne zaman geri alacağı konusunda son derece ketum. Örneğin, İran Mayıs ayında yaptığı açıklamada uranyum zenginleştirme hususundaki sınırlamaları kaldıracağını söylese de bunu Temmuz ayına kadar yapmadı. İran, Avrupa ülkelerinin buna tepki göstermeleri için yeterli zamanı sağlamak için ilk adımı 60 gün geciktirdi. Öte yandan Tahran yönetimi, Fordov’daki zenginleşme çalışmalarına devam etmede dikkate değer bir işaret vermese de bu tesislerde nükleer araştırma ve geliştirme çalışmalarını yoğunlaştırdığı başka bir şekilde kamuoyuna duyurdu.
İran, bir taraftan AB ülkelerini gerilime müdahil olmaya zorlarken diğer taraftan, Uluslararası Atom Enerji Kurumu’nun nükleer programa erişimini sınırlamaktan kaçınarak uluslararası toplumu engellemenin İran’ın bir nükleer silah geliştiriyor olabileceği söylemine mani olmak istedi. Geçtiğimiz ay İran’ın bir IAEA müfettişini bile tutuklamaktan çekinmemesi, hem dikkat çekme hem de Avrupa ülkelerini sürece dâhil etme konusundaki kararlığını gösteriyor. Tahran yönetiminin belli aralıklarla anlaşma dâhilinde vermiş olduğu taahhütlerini geri çekmek için açık, iyi duyurulmuş eylemlerine ek olarak kurum denetçileri üzerinden yürüttüğü baskı kampanyası da sürecek gibi görünüyor. Ancak Tahran’ın bu kışkırtıcı adımları, süreci yönetme adına hata yapma olasılığını da beraberinde getirebilir.
İranlı Yöneticiler ne istiyor?
İran’daki yönetim anlayışının nükleer meselenin çözüme kavuşması adına ne kadar istekli oldukları konusu tartışmalı. Nükleer meselenin İran’daki yönetimi zinde tutması adına taşıyıcı bir özelliği var. Ayrıca Tahran’ın bu konudaki manevralarının ne olacağı da öngörülebilir bir durum değil.
Sert ekonomik ve siyasi yaptırımların İran’ı durdurmaya yarayacağı düşünülebilir. Batı’nın bu başarısız öngörüsü, İran’da yaşanan protestolarda mevcut yönetimin gücünü pekiştirmesiyle sonuçlandı. İran, anlaşmayı feshetmek ve yaptırımların yeniden başlaması için Batıyı tahrik edecek şekilde hareket etmese de daha fazlasını yapacak kapasiteye sahip olduğunu muhataplarına hissettirmiştir. Zira İran, yaptırımlar tekrar uygulanırsa, bu işaretleri hayata geçirebileceğini de geçtiğimiz yaz Hürmüz boğazındaki gerilimlerle ortaya koymuştur. Nitekim İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Abbas Erakçi, yakın bir dönemde Moskova’da yapılan bir konferansta İran’ın yıllarca süren müzakere ve işbirliğinin Batı tarafından karşılıksız bırakılması halinde taktik ve teknik adımların yanı sıra nükleer silahların Tahran tarafından yeni bir stratejik incelemeden geçirileceğini hatırlattı. Bu çıkışı, AB ülkelerine yönelik bir uyarı olmasının ötesinde Tahran’ın gelecekte olası bir nükleer anlaşmaya hazır olabileceğinin işareti olarak da okunabilir.
2020 ABD seçimleri ve Tahran’ı bekleyen fırsatlar
Gerilim devam ederken Tahran altı aylık zaman dilimlerini iyi kullandığı takdirde kendi politik söylemlerini destekleyecek birkaç yeni aksiyon daha üretebilir. Bunlardan ilki İran’ın anlaşmanın bozulması sonrası başlayan zaman çizelgesini avantaja çevirme çabaları. Bilindiği üzere İran, defalarca yüzde 20 oranına kadar uranyum zenginleşmeye devam edebileceği konusunu eylemden çok tehdit olarak sundu. Bu tehdit söylemi, anlaşmanın feshinden sonraki süreci Tahran lehine çevirmektedir. Nitekim Tahran altı aylık zaman zarfında santrifüj sayısını artırabilir, Natanz’a yeni santrifüjler ekleyebilir, daha fazla sayıda santrifüjler  Fordov’daki uranyum zenginleştirme çalışmalarını genişletebilir.
Bu süreçteki politik söylemlerin İran’a kazanç sağlayacak başka mekanizmaları da var. Bu bağlamda İran, IAEA’nın santrifüj faaliyetlerini ve üretim ekipmanını izleme hakkını engelleyebilir veya uluslararası denetçilerin uranyum zenginleştirme faaliyetlerine erişiminin önüne geçebilir. Bu durum, IAEA’nın Tahran’ın bu süreçte elde ettiği ekipman veya malzemelerin miktar ve çeşitliliğini tespit etmesini zorlaştıracağı anlamına gelmektedir. Söz konusu olasılık, Avrupa için kontrolden çıkmış ve takip edilemeyen bir İran anlamına gelmektedir ki bu durum her iki taraf için de yeni bir nükleer anlaşmayı daha da gerekli kılar.
Nükleer silaha giden yolda seçeneklerin çeşitlenmesine yönelik girişimler, İran’ın bu süreçte elde ettiği kazanımlardan. İran, her seferinde reddetse de yeni bir nükleer silah veya nükleer bomba yapımında önemli bir mesafe kat etmeye matuf bir pozisyonda. Devam eden süreçte Tahran, yeniden işleme faaliyetleri (İran şimdilik bu kabiliyete sahip değildir.) üzerindeki kısıtlamalara veya silahlanma konusundaki adımlarına ilişkin yasaklara bağlı kalmayacağını açıklamayı tercih edebilir. İmzalanan nükleer anlaşmanın silahlanma ile ilgili bölümünde yer alan “silahlanma ile ilgili faaliyetlerdeki kısıtlamalar” Batı için önemli bir aşamadır ve bunun İran tarafından iptal edilmesi, Tahran’ın muhatapları açısından en endişe verici konulardan birisidir. İran bu noktada şunu iddia etmektedir: Üretilen veya geliştirilen silahların birçoğu mutlaka nükleer madde gerektirmemektedir. Dolayısıyla IAEA, anlaşmaya uygunluk açısından bu silahların varlığını veya yokluğunu doğrulama, teyit etme veya ispat etme hakkına sahip değildir.
Son olarak, İran’daki bazı radikal seslerin İran’ın JCPOA’dan çekilmesini savunduğu ve Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’ndan (NPT) ayrılma tehdidinde bulunduğu bilinmektedir. Ancak, bu adımların yukarıda belirtilen gelişmelerden daha düşük bir olasılık olduğunu söylemek gerekir. Tek taraflı olarak JCPOA'dan geri çekilmek, İran’ın diplomatik zeminini kaybetmesine sebep olacaktır. İran’ın üzerinde yoğunlaştığı konu anlaşmanın tamamen bozulması halinde sonraki anlaşmaya olabildiğince kuvvetli bir konumda olmaktır. Diğer taraftan Trump’ın kararı sonrası Avrupa’nın yaşadığı belirsizlik, İran’a; BM tarafından uygulanan yaptırımların gevşetilmesi anlaşmasından faydalanma fırsatı veriyor.  İran’ı canlı tutan başka bir etken ise gelecek ABD seçimlerindeki birçok adayın JCPOA’ya geri dönme sözü vermesi. İran’ın hem NPT’den hem de varılan nükleer anlaşmadan tamamen geri çekilme olasılığı düşük bir ihtimal. Batı’ya göre Tahran’ın NPT’den ayrılması, savaş söylemi üzerinden geliştirilen politik dilin yanı sıra barış olasılığının da kaybedilmesi demek. Öte yandan bu durum, NPT’den ayrılmış bir İran’ın nükleer caydırıcılığını kaybetmesi anlamına da gelmekte.
Nihayetinde İran sessiz ve derinden adımlarla yeni bir nükleer anlaşma zemini arıyor. Tahran’ın bir sonraki adımı öngörülebilir olmaktan çok uzak. Her iki tarafın da nükleer dosyada bugüne kadar gösterdiği karşılıklı tepki, çözümsüzlüğü de beraberinde getirdi. Batı tarafı, anlaşmadan çekilerek Tahran’ı siyasi ve iktisadi baskı altına almakla İran’daki müesses nizamı daha da güçlendirdiğini anladığı bir süreci yaşıyor. Önümüzdeki süreç ABD’nin “maksimum baskı” stratejisinin İran’ın -yerini gizli tuttuğu yerlerde- nükleer ilerlemesine katkı sunduğunu anlayacağı bir dönem olacak. Tahran’ın da içinde bulunduğu zor süreci aşmak adına, en iyi seçeneğin yeni bir nükleer anlaşmaya ihtiyaç duyduğunun farkında. Ancak daha iyi bir anlaşma için gerilimi arttırmak adına Batı’dan daha çok seçeneği var.


19 Kasım 2019 Salı

İran’ın varlık içinde yokluk çeken şehri Ahvaz ve protestolar


İç politikadaki gerilimli süreçleri ve dış politikadaki manevralarıyla İran son yıllarda adından en çok bahsedilen ülkelerden birisi. Trump’ın 2016 yılında ABD’nin 46. başkanı olarak seçilmesi sonrası Washington ile yeniden tırmanan gerilimin yanı sıra Muhafazakâr kanadın Cumhurbaşkanı Ruhani üzerindeki baskısı, önümüzdeki yılın başında seçime gidecek olan İran’ı gündemde tutmaya devam edecek gibi.
Dış politikasındaki yoğun gündemle birlikte Tahran, bu günlerde önemli iç meselelerle de karşı karşıya. Bunların en önemlisi, ülkenin 4 milyonu aşkın nüfuslu Huzistan (Tarihteki adıyla Arabistan) eyaletinin Ahvaz şehrinde başlayan ve kısa sürede genişleyen protestolar. 2018 yılında meydana gelen protestolar esnasında tutuklanan İranlı Arap şair Hasan Haydari, -hapisteyken gördüğü şiddet iddiaları nedeniyle- serbest kalmasından kısa bir süre sonra hayatını kaybetti. Olayın ardından İranlı Araplar yeniden sokaklara döküldü. Şehrin bazı yerlerindeki İran bayrakları indirildi. Tahran yönetimi, olayların yoğun olduğu mahalleleri kuşatma altına alarak gösterileri önlemeye çalışıyor. Protestolarda dikkat çeken başka bir husus ise halkın Lübnan ve Irak’taki gösterileri destekleyen sloganlar atmasıydı.
İran petrol rezervlerinin yüzde 80’inden fazlasının bulunduğu Huzistan eyaletinde yakın tarihlerde de buna benzer olaylar yaşanmış, güvenlik güçlerinin müdahalesi sonucu bölge halkından hayatını kaybedenler olmuştu. Bölge halkı, 7 Mart 2015’te Asya Şampiyonlar Ligi maçında rakip Suudi Arabistan takımı El Hilal’e yoğun ilgi göstermiş, maç esnasında ve sonrasında Tahran yönetimi aleyhine sloganlar atan halka polis müdahale etmişti. Çıkan olaylar neticesinde Yunus Asakire isimli Ahvazlı hayatını kaybetmişti. Olayın ardından bölgede başlayan gösteriler, güvenlik güçlerinin sert müdahalesi ile bastırılmıştı. 2017 yılının Şubat ayında bölgede yaşanan içme suyu krizi ve yüksek oranda hava kirliliği şikâyetlerine karşın yetkililerin duyarsızlığı nedeniyle Devrim Muhafızları’na ait bir merkez, Ahvaz halkı tarafından basıldı ve çıkan çatışmalarda Hasan Bugbiş adında bir protestocu hayatını kaybetti. Olayın ardından bölgede protestolar genişleyerek devam etse de öncekiler gibi yönetimin sert müdahalesi ile bastırıldı.

Benzin zammı ve protestolar
Bölgeyi dünya gündemine taşıyan başka bir gelişme ise yakın tarihte keşfedildiği öne sürülen yeni petrol rezervi. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, 10 Kasım 2019 tarihinde Yezd şehrinde yaptığı konuşmada Huzistan eyaletine bağlı Bostan bölgesinden Umidiye şehrine kadar uzanan bölgede 53 milyar varil rezerve sahip yeni bir petrol sahası bulduklarını duyurdu. Yeni alanın 65 milyar varil rezerve sahip Ahvaz’dan sonraki iki en büyük petrol sahası olması ve her iki şehrin de Huzistan eyaleti sınırları içinde bulunması, yoksullukla mücadele eden bölge halkının protestolarını daha da anlamlı hale getiriyor. 2 bin 400 kilometrekarelik bir alanı kapsayan sahanın, İran’ın kanıtlanmış petrol rezervlerini dörtte bir oranında artıracak olması ise bir başka önemli nokta.
Bu açıklamadan bir hafta sonra Ruhani yönetimi, benzin fiyatlarına en az yüzde 50 zam yapılması ve daha ucuz fiyata benzin satışına kota konması kararı aldı. Karar sonrası ülkede başlayan protesto gösterileri ülke çapında yayılarak büyüyor. Protestoların büyüme karakteri göstermesinin en önemli nedeni, ekonomik temelli olması. İran’ın içinde bulunduğu iktisadi dar boğaz, sistemin her yerini saran yolsuzluklar, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde taraflar arasındaki güç savaşı ve hepsinden önemlisi halkın gündelik yaşamda karşılaştığı hayat pahalılığı, İranlı “işçi sınıfını” sokağa dökmüş vaziyette. Bu ve benzeri gerçekler, protestoların yayılma potansiyelini arttırıyor. Şu ana kadar 30 şehirde görülen protestoların daha çok Kürt, Arap ve Türklerin yaşadığı şehirlerde yoğunlaştığı söylenebilir.
 Eylemlerde “Rıza Şah ruhun şad”, “Ne Gazze ne Lübnan, can feda sana İran”, “Kürt-Türk el ele; karşıdır zulümlere” ve “Diktatör utan artık; memleketi bırak artık” v.b. sloganları öne çıkıyor. Dikkat çekilmesi gereken nokta şu ki; daha çok “alt sınıfın” sokağa çıktığı protestoların, demokrasi kaygısı taşıyan “orta sınıftan” destek bulma olasılığı, Tahran yönetim anlayışını zor durumda bırakabilir. Ancak bu iki sınıfın sokağa yansıyan ortak paydasının zayıf olması, gösterileri kontrol altına alma hususunda Tahran yönetiminin işini kolaylaştıracaktır. Vurgulanması gereken diğer etken ise protestoların, İran’da etnik hassasiyetlerin yükseldiği bir döneme denk gelmiş olması. Bu durum, eylemlerin daha da yayılmasının önünü açan güçlü bir etken olabilir. Ayrıca ülke genelinde görülen eylemler, 2009 yılındaki Yeşil Hareket’den bu yana artış gösteren kadın ve gençlik hareketlerinin protestolarda daha görünür olmasına yol açabilir.


Tahran’ın yaklaşımı ve İranlı Araplar
Muhafazakâr basının bölgedeki olaylara karşı duyarsız tavrına rağmen muhaliflerin çokça gündeme taşıdığı gösteriler, İran yönetim anlayışının, etnik çeşitliliğe karşı yaklaşımını bir kez daha tartışmaya açmış vaziyette. Muazzam bir etnik çeşitliliğe sahip olmasına rağmen İran’ın, kendi vatandaşlarına uyguladığı politikalar, ülkenin siyasi ve toplumsal dengelerini derinden etkilemekte. Bu negatif etkinin en dikkat çeken sebebi, İran’ın barındırdığı etnik çeşitliliği, kültürel bir zenginlikten ziyade dış güçler tarafından manipüle edilerek ülkeyi felakete sürükleyecek bir problem olarak görmesidir.
Bilindiği üzere, Kacar Hanedanlığı’nın 1925 yılında yıkılmasının ardından Pehlevi Hanedanlığı, ülkeyi idari ve ideolojik olarak kontrol altına almıştır. Söz konusu dönemden günümüze yönetimin, Farslar dışındaki diğer etnik gruplara uyguladığı düşünülen ayrımcı politikalar, geniş halk ayaklanmalarının öncelikli sebeplerinden birisi olagelmiştir. 1925-1979 yılları arasında “Farslar ve diğerleri” anlayışıyla ele alınan İran’ın etnik kompozisyonu, 1979 İran Devrim’i sonrası da şekil değiştirerek devam etmiştir. Pehlevi döneminde devam ettirilen “Farslılık” politikasının bir benzeri 1979 Devrimi sonrası da “İslam Cumhuriyeti” yaklaşımıyla “Şiilik” çerçevesinde şekillenmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki 1979 sonrası yönetim anlayışı, Pehlevi Hanedanlığının politikalarından tam anlamıyla kopmamış, Şiilik yaklaşımının yanı sıra Farslılık anlayışını da canlı tutmuştur. İran’da, merkezi yönetimin bu anlayışıyla, çeşitli şekillerde mücadele eden önemli etnik unsurlar vardır ve Araplar bu unsurlardan sadece birisidir. Diğer etnik unsurlarda olduğu gibi Araplar da Tahran Yönetimi’nin Farslılık ya da Şiilik anlayışı karşısında kendi etnik veya mezhepsel kimliklerini koruma eğilimi içindedirler.
Arap azınlık içerisinde Şii mezhebine mensup olanlar, genellikle Huzistan Eyaleti’nde yerleşikken Sünni Araplar, Körfez kıyılarında yaşamaktadırlar. Çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu Arapların nüfusu ile ilgili kesin ve güvenilir bir araştırma olmamasının yanı sıra tahmini olarak 2 ila 4 milyon civarındadırlar. Rıza Şah’la başlayıp 1979 İran Devrimi sonrası yönetim anlayışıyla devam eden yaklaşım, ülkede yaşayan Türkler ve Kürtlerde olduğu gibi Araplar tarafından da hoş karşılanmamaktadır. Bu hoşnutsuzluk ve dönem dönem kendini hissettiren protestolar, Tahran’a bir uyarı anlamı taşımaktadır. Son günlerde Arap nüfusun yoğunlukta olduğu Huzistan Eyaleti’nin Ahvaz bölgesinde başlayan ve yayılma eğilim gösteren etnik hassasiyet temelli protestolar, bu huzursuzluğun yeni bir tezahürü niteliğindedir. İran’daki muhalif basının önemli gündemlerinden biri olan gösterilerin başlama nedeni; kum fırtınası ile başlayan süreci, elektrik ve su kesintilerinin takip etmesidir. Gösterilerin siyasi ve ekonomik sebeplerine değinmenin yanı sıra bölgedeki kum fırtınaları ve yaşanan su kıtlığının öncelikli nedenlerine kısaca bakmakta fayda var.
Başta Ahvaz olmak üzere Susangerd ve Dezful şehirlerini etkisi altına alan son zamanlardaki kum fırtınaları, ilk defa yaşanan bir durum değil. Son yıllarda bölgede küçük çapta kum fırtınaları ve buna bağlı olarak yüksek oranda hava kirliliği, günlük hayatın bir parçası. Bunların bazıları, İran’ın sınırlarının ötesinden kaynaklanan iklim değişikliği ve küresel ısınma ile bağlantılı olarak görülse de bunun en büyük sebebi, İran-Irak savaşından sonra bölgede yoğun olarak çıkarılan petrol. Petrol kuyuları için tahrip edilen sulak alanlar, yerini kurak topraklara bırakmış vaziyette. Petrol çıkarmak ve yeni rafineriler kurmak adına yapılan çalışmalar neticesinde yaşanan önemli su kaybı, tarıma elverişli araziler ve meyve bahçelerinden çorak çöllere ve aniden çıkıveren bataklığa doğru nasıl bir değişimin yaşandığını açıklıyor. Özellikle 1989 ve 1997 yılları arasında bölgede plansız yapılan kalkınma faaliyetleri, Ahvaz başta olmak üzere diğer illerdeki su havzalarını yok ederek çölleşmeyi arttırmış durumda. Ayrıca Topraklarının 1 milyon hektarından fazlası tarımsal nitelikte olup soğuk mevsimlerde ülkenin önemli tarımsal ürünlerinin yetiştirildiği bir yer olsa da bölge bugün kum fırtınalarıyla karşı karşıya. Ayrıca gittikçe azalan suyun da çeşitli defalar şeker kamışı üretiminden kaynaklanan zirai ilaçlarla kirlenmesi, tehlikenin boyutlarını gözler önüne seriyor.
Yukarıdaki sebeplere ek olarak, Savaş sonrası bölgedeki petrol kuyularında kasıtlı olarak çıkarılan yangınlar, bölgedeki su kaynaklarını kirleterek verimli topraklara telafisi zor zaralar vermiştir. Ayrıca, Türkiye ve Irak’ta kurulan barajların Şattülarap’a akan su miktarını azaltarak İran’daki kuraklığı etkilediği iddiaları da sayılan nedenler arasında.
Siyasi ve İktisadi Sebepler
Özellike 2015 yılından bu yana dönem dönem baş gösteren protestolarda yaşanan elektrik ve su kesintilerinin kısa süreli olduğunu düşünen halk, akşam saatlerine kadar yetkililerden kesintilere dair bir açıklama bekledi. İranlı yetkililerden herhangi bir açıklama gelmeyince, 19 Şubat 2018 tarihinde Ahvaz’da yaşayan halk sokaklara döküldü. Enerji protestosu olarak başlayan eylemler, kısa bir süre içerisinde yönetimi protesto eden geniş katılımlı halk gösterileri halini aldı.
Zengin petrol yatakları, bölgeyi İran Yönetimi için daha da anlamlı kılmaktadır. Zira İran’ın petrol ve doğalgaz rezervlerinin yüzde seksenden fazlası bu bölgede bulunuyor. Muhalif İranlı analistlere göre, bölge halkının temel eğitim haklarından bile mahrum edilmesinin yanı sıra halkın, kasıtlı bir şekilde eğitimsiz bırakılarak radikal terör örgütlerinin etki alanı haline getirilmesi, geniş katılımlı protestoların altında yatan etkenlerden. 2017 yılının hemen başında vefat eden tecrübeli siyasetçi Haşimi Rafsancani’nin de makalelerinde vurguladığı ortak eğitim talebinin yerine getirilmesinin gerekliliği, radikal örgütlerin, İran halkı arasında karşılık bulma ihtimaline dikkat çekmesi açısından anlamlı. Zira -Rafsancani’yi de rahatsız eden- Muhafazakâr yönetimin, bölgeye yönelik ikircikli tavrı, öyle boyutlara varmıştır ki bölgede yeni doğan bebeklere Arapça isim konulması halinde kimlik verilemeyeceği duyurulmuş, bu yaklaşım, -ister Şii, ister Sünni olsun- bölgede çoğunluğu oluşturan Arapların, merkeze yönelik tepkisini giderek arttırmıştır.
Ayrıca Ahvaz’da yükselen protestolara, İran’da yaşayan Türk nüfusunun da destek vermesi, Tahran Yönetimi’nin, diğer etnik unsurlara Araplardan farklı davranmadığını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Şunun altını çizmek gerekir ki Ahvaz’da büyüyen tepkilerin görünen sebebi, kum fırtınası ve yaşanan su kesintileri olabilir ancak üzerinde durulması gereken esas neden, Huzistan Eyaletinde yaşayan Arap nüfusun beklentilerinin, Tahran yönetimi tarafından karşılanamamasıdır. İran’ın en güneybatısında bulunan eyalete bağlı Ahvaz bölgesi, yer altı kaynaklarının yanı sıra stratejik konumu itibariyle de Tahran Yönetimi için önem ifade etmektedir. Bu bağlamda, Ahvaz meselesi, Suud-İran geriliminin, en net hissedildiği konulardan biri olarak bilinmekte ve Riyad’ın, Tahran’ın sinir uçlarına temas edebileceği bir yer olarak da öne çıkmaktadır.
Bölgedeki zengin kaynaklar ve tarım potansiyeline rağmen Ahvaz bölgesinin, ülkenin işsizlik oranlarının en yüksek olduğu bölgelerden biri olması, protestoları besleyen sosyal gerçekliklerdir. Bölgede birçok enerji üretim tesisi olmasına rağmen çoğunluğu Araplardan oluşan halkın bu iş imkânlarından mahrum edilerek bölgeye Fars kökenlilerin yerleştirildiğine dair yaygın bir kanaat mevcuttur. Bölgenin doğal yapısının tahrip olmasına rağmen yetkililerin duyarsızlığı, bölge halkının rahatsızlığını arttırmıştır. Tarım arazilerini kaybetmenin yanı sıra yeni iş imkânlarından da yeteri kadar yararlanamayan bölge halkı, bulduğu her fırsatta Tahran’a sesini duyurmaya çalışıyor. Başta Ahvaz Üniversitesi olmak üzere bu konuya duyarlı olan yetkililer de sonuç alamayınca ülkeden ayrılıp yurt dışında yaşamaya başlamıştır. Bu konuyu gündemine alıp Tahran’ın kapısını çalan kimi akademisyenler ise emekli edilerek konudan uzaklaştırılmıştır. Ülkedeki protestolar siyasi, iktisadi ve kültürel açıdan birçok tartışmanın ana konusu olabilir, olmalıdır da. Ancak bölge halkını bekleyen esas tehlike; bilinçsizce yapılan girişimlerin doğayı mahvetmesi ve kirliliğin, Huzistan’ın su varlıklarına nüfuz ederek bölgeyi giderek daha da yaşanmaz hale getirmesidir.
Sonuç yerine
Etnik kimlikler ve kültürel farklılıklar dikkate alındığında İran, muazzam bir kavşak noktası olarak öne çıkmaktadır. Tarihin eski dönemlerinden beri aynı coğrafyada yaşayan bu çeşitlilik, Pehlevi Hanedanlığına kadar kendilerini ifade etme ve ülkenin zenginliklerinden eşit derece yararlanma hususunda önemli bir sorun yaşamamıştır. Pehlevi yönetimi ile birlikte bütün İran halkına uygulanan Farslılaştırma politikası, bu politikaya maruz kalanlar tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu topluluklar, yönetime olan itirazlarını çeşitli şekillerde dile getirmişler ve getirmeye de devam ediyorlar. Şunun altını çizmekte fayda var ki bugün kimliklerini korumak için etkin bir mücadele veren Türkler, Kürtler veya Araplar, İran’ın toprak bütünlüğüne saygı gösterip sahip çıkmakla birlikte öncelikle kendilerini ifade edecekleri bir alan ve daha kucaklayıcı bir yönetim talep etmektedirler. Nitekim İran halkı, bugüne kadar kazandığı tecrübeyle protesto bilincine sahip halklarından birisi haline gelmiştir. Son olaylarda da görüldüğü üzere İranlılar, genel olarak güncel meselelerin dahi yetersiz ve ayırımcı yönetim anlayışından kaynaklandığını düşünüyor ve kısa bir süre içerisinde sokakları doldurabiliyor. En nihayetinde Batı ve Körfez ülkelerinin İran’a yönelik haksız ve baskıcı politikalarına karşı çıkılmalıdır. Ancak diğer taraftan İran’ın kendi bünyesinde yaşayan farklı etnik ve dini halklara daha demokratik davranması gerekliliğinin altı çizilmelidir. Zira bugüne kadar Arap nüfusun yaşadığı ekonomik ve sosyal sorunlar Tahran yönetimleri tarafından görmezden gelinmiştir. Gelecek dönemde, ülkedeki etnik unsurlara karşı benimsenen politikalarda herhangi bir değişim veya dönüşüm yaşanmazsa önümüzdeki süreçte hem İran hem de bölge, daha büyük ve karmaşık problemlerle karşı karşıya kalacaktır.